Türkiye'de 10 tane yol yarışı koşacağıma yurtdışında 1 tane yarışa katılırım. Neden mi? Cevabını amatör olarak yarı maraton veya maraton koşan herkes bilir. Bir kez de ben söyleyeyim, spor kültürü.
Bir yarışa katılımın yüksek olması için havalı bir tişört verilmesi, yeterli ve zengin su istasyonu, güzel manzaralı bir rotada düzenlenmiş olması yeterli midir? Bence değil. Yarışın düzenlendiği şehrin adeta karnaval havasına bürünmesi gerekir. Koşmasa da koşturtan insanların coşkusudur bir yarışı antrenmandan ayıran. Amatör koşucuların amacı kendi en iyisine ulaşmaksa burada yol arkadaşın yarıştığın insanlar değil, kulaklığındaki müzik de değil, şehrin ruhudur, sana hissettirdikleridir. Yarışma bittiğinde aklımızda en çok kalan anlar geçtiğin veya seni geçen insanların ensesi mi yoksa sana tezahürat eden, ellerini sana uzatarak güç vermek isteyen insanlar mıdır? Duyduğunda seni coşturan müzikler, seni güldüren eğlenceli pankartlar yarış atmosferine girmemizi sağlamıyor mu? İşte tüm bunlar Türkiye'de düzenlenen hangi yarışta var? Maalesef hiçbirinde yok. Bu kültürün oluşmadığı bir şehirde yarışmak, teşbih de hata olmaz, benim sokağa salınmış sürü gibi hissetmeme sebep oluyor. Toplum olarak inşaat kepçesine verdiğimiz ilgiyi yol koşularına göstermediğimiz ortada. Üstelik son 1 yılda devletin spor kültürüne destek için düzenlenen yarışlara, fetih koşusu, anma koşusu ibareleri eklemesi de insanları yarış günü sokağa dökmenin ayrı bir yöntemi olsa gerek. Düşünsel ve bedensel olarak sağlıklı yaşam ile alakası olmayan insanların sporculara destek olmak için değil, yarışın kendisine yüklenen anlama göre biz koşucuları desteklemesi benim tercih ettiğim bir şey değil. Ama bu göle maya çalma girişimi ya tutarsa neler yaşarız hiç düşündünüz mü? Devamlı bir anlam arama, koşu gibi çok basit bireysel bir eyleme kolektif bir mana yükleme arayışı beni biraz da güldürüyor. Giydiğim renkler siyasi bir mesaj veriyor mu? Koşuyor muyum yoksa kaçıyor muyum? Geçtiğim erkek koşucu sayısı affedilebilir ölçülerde mi? Yolun sağından mı yoksa solundan mu ilerlediğim önemli bir hal alması şimdilik kulağa komik geliyor olabilir. Ama olmaz dediğimiz her şeyin olduğuna şahit olduğumuz günlerden geçiyoruz.
Bir yarışa katılımın yüksek olması için havalı bir tişört verilmesi, yeterli ve zengin su istasyonu, güzel manzaralı bir rotada düzenlenmiş olması yeterli midir? Bence değil. Yarışın düzenlendiği şehrin adeta karnaval havasına bürünmesi gerekir. Koşmasa da koşturtan insanların coşkusudur bir yarışı antrenmandan ayıran. Amatör koşucuların amacı kendi en iyisine ulaşmaksa burada yol arkadaşın yarıştığın insanlar değil, kulaklığındaki müzik de değil, şehrin ruhudur, sana hissettirdikleridir. Yarışma bittiğinde aklımızda en çok kalan anlar geçtiğin veya seni geçen insanların ensesi mi yoksa sana tezahürat eden, ellerini sana uzatarak güç vermek isteyen insanlar mıdır? Duyduğunda seni coşturan müzikler, seni güldüren eğlenceli pankartlar yarış atmosferine girmemizi sağlamıyor mu? İşte tüm bunlar Türkiye'de düzenlenen hangi yarışta var? Maalesef hiçbirinde yok. Bu kültürün oluşmadığı bir şehirde yarışmak, teşbih de hata olmaz, benim sokağa salınmış sürü gibi hissetmeme sebep oluyor. Toplum olarak inşaat kepçesine verdiğimiz ilgiyi yol koşularına göstermediğimiz ortada. Üstelik son 1 yılda devletin spor kültürüne destek için düzenlenen yarışlara, fetih koşusu, anma koşusu ibareleri eklemesi de insanları yarış günü sokağa dökmenin ayrı bir yöntemi olsa gerek. Düşünsel ve bedensel olarak sağlıklı yaşam ile alakası olmayan insanların sporculara destek olmak için değil, yarışın kendisine yüklenen anlama göre biz koşucuları desteklemesi benim tercih ettiğim bir şey değil. Ama bu göle maya çalma girişimi ya tutarsa neler yaşarız hiç düşündünüz mü? Devamlı bir anlam arama, koşu gibi çok basit bireysel bir eyleme kolektif bir mana yükleme arayışı beni biraz da güldürüyor. Giydiğim renkler siyasi bir mesaj veriyor mu? Koşuyor muyum yoksa kaçıyor muyum? Geçtiğim erkek koşucu sayısı affedilebilir ölçülerde mi? Yolun sağından mı yoksa solundan mu ilerlediğim önemli bir hal alması şimdilik kulağa komik geliyor olabilir. Ama olmaz dediğimiz her şeyin olduğuna şahit olduğumuz günlerden geçiyoruz.
Sanırım neden Türkiye'deki yol
koşularına katılmaktan hoşlanmadığımı detaylı bir şekilde anlattım. Sıra geldi
Belgrad yarı maratonu hakkında yazmaya.
Belgrad maratonunu planlarken yeme içme konusu çok önemli. Et çok ucuz,
porsiyonlar büyük ve iki ülke mutfağı birbirine bir hayli yakın. Seyahatinizin
ilk günlerinde sizin kıtlıktan çıkmış gibi cafe ve restaurantlara saldırmanıza
sebep olabiliyor.Eğer yarışma için birkaç gün önceden seyahatinizi planlamışsanız bu konuda dikkatli olmanız gerekiyor. Kontrollü ve alışkın olduğunuz kadar protein tüketimini başarabilirseniz ne mutlu size. Ben başaramadım. Düzensiz bağırsak hareketliliğim yarışma gününden bir gün önce başladı.Yarış sabahı da devam etti. Yediğim yağlı etler sindirim sistemimin normalden çok daha hızlı çalışmasına sebep oldu.
Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası denildiğinde ne demek
istenildiğini biz yaşayarak öğrendik arkadaşlar. Karlı havada veya ayazda
koştum. Normal de çok terleyen bir koşucu olduğumdan soğuk havalarda daha rahat
ederim. Ama Belgrad da ancak alışkın olduğunuzda başa çıkabileceğiniz bir havaya
denk geldik. Soğuktan kafamızı dışarı
çıkaramadık. Yarıştan birkaç gün önce gidince gezip tozmaktan yarış öncesi
yorulacağım sanırken soğuktan kapalı mekanlarda oturup, yemek yiyip, içki
içmekten küçük bir göbeğim bile oldu.
Özetle Belgrad'a eğer yarış için gidecekseniz yarışa bir gün
kala orada olacak şekilde planlamanızı yapmanızı öneririm. Sonrasında zaten her
şey serbest. Hava durumu el verdiğince gezersiniz, yiyebildiğiniz kadar yer,
içersiniz.
Biz gene çok kalabalık bir kadro ile oradaydık. Kalabalık bir grup ile hareket etmenin avantajları olduğu gibi dezavantajları da vardır. Bazen yardımlaşmanın, aidiyet duygusunun ön planda olması bazen de kendi başınızın çaresine bakmanız gerekir. Ben yarış günü gelip çattığında daha çok kendi yarışıma konsantre olmayı tercih ediyorum. Bir araya gelmeye çalışmak yerine start çizgisine erken gitmek bana daha doğru geliyor. Kimisi anı ölümsüzleştirmek isteği yaşayabilir, kimisi de içtiği suları 2 saat boyunca taşımak istemeyebilir. Herkesin tercihleri farklıdır bu çok normal.
Birçok yarışa beraber katıldığımız için birbirimizin huyunu suyunu iyice öğrendik, herkes tempo olarak kendine yakın hissettikleri ile hareket etmeyi tercih etti. Ben ilk başta Tarık Dede arkadaşımızı gözüme kestirmiştim. Ama start noktasına geldiğimizde yarışı 1 saat 45 dakika civarı bitirmek isteyenleri etrafını toplayan yarı maratonun resmi pacer ını gördüm. Daha önce hiçbir yarışta pacer ile koşmamıştım, hep nasıl bir tecrübe olacağını merak ediyordum. Şeytana uyup yamacına yaklaştım. Son dakika değişiklikleri hiçbir zaman bana iyi gelmedi. Bu kararım da bir istisna olmadı.
My Sweet Pacer |
Salaklığıma doyamadığım bir başka şey ise, yarış sonuna kadar iniş çıkış fark etmeksizin hep ortalama 5:00 pace ile koşacağımızı fark etmeme rağmen inişlerde gruptan ayrılıp
hızlanmamak oldu. Benim yarışın
başladığı ilk kilometrelerdeki yüksek
tempomu daha önceki yarış raporlarımda yazmıştım. Ona göre bir tempoyla koşmayı
hedeflemiştim. Nasılsa yarışın sonlarına
doğru 3 kilometrelik rampa çıkışa dayanamayıp serilecektim. Yarışın başlangıcında ki inişte tempomu mümkün
olduğunca yüksek tutmam gerekiyordu. Ama Pacer in ateşlediği seyirciler kendimi
çok iyi hissettirdi alışkın olduğum tempoda koşmaktan beni alıkoydu. Ama şimdi
geri dönüp baktığımda hala en çok hoşuma giden ve hatırımda kalanlar o anlar
oluyor.
Son bir aylık antrenmanlarımda yarış esnasında ne
tüketeceğime hangi kilometrede neye ihtiyacım olacağını az buçuk öğrenmiştim. Tempomda
işler istediğim gibi gitmeyince tüm hesaplarım altüst oldu. Yarış boyunca su noktaları
gayet yeterliydi. Suyun dışında izotonik içecek, muz, limon ve portakal bir
noktada da enerji barı dağıtıldı. İlk 10
kilometrenin sonunda hiçbir şey tüketmeye ihtiyaç duymadığım halde yanımdaki
izotonik içecekten içmeye başladım. Yarışın ilk yarısı beklediğim kadar hızlı
geçmemişti, yokuşların beni daha da yavaşlatacak olması canımı iyice sıktı.
Belgrad'dan joker olsun diyerek aldığım ve bel bağladığım enerji jelini de içtim.
Daha içerken midemi bulandıran jelin, yarışın son kilometrelerinde bana neler
yapmış olabileceğini hayal gücünüze bırakıyorum. Bir kez kusma ihtiyacı için durdum. Bir kez de
başarısız bir tuvalet arayışım oldu. Yarışın başından beri beni tedirgin eden eğime
geldiğimizde yarış zaten benim için çoktan bitmişti. Hedeflediğim süreyi tutturamamıştım.
Kendi kendime yaptığım işkencenin acısı yavaş yavaş azalmaya başladığından
ortamın güzelliğine tekrar kendimi kaptırdım. Yol kenarındaki orkestranın
çaldığı müzik enfes, kalabalık da
inanılmazdı. İçimdeki Pollyanna'yı uyandırdılar. Şu an orada, belki hayatımda
bir daha koşamayacağım bir yerde koşuyordum.
Bazıları yarışmacıdır bazıları da koşucu. Ben sadece koşucuydum, adımlamak ve keşfetmek
için oradaydım ve yarışımı tamamlamak üzereydim. Yarış bitiş düzlüğüne geldiğimde beklediğimden
uzun sürmesine mi yoksa bittiğine mi üzüldüğüme karar veremediğimden karışık
duygular içerisindeydim.
1414 koşan kadın koşucu
arasından 89. Yaş gruplarında ise 218 koşan kadın sporcu arasından 13. olmuştum.