8 Mayıs 2017 Pazartesi

BELGRAD MARATONU; Yediğim içtiğim bana kalınca size anlatacak pek birşey kalmıyor.


Türkiye'de 10 tane yol yarışı koşacağıma yurtdışında 1 tane yarışa katılırım. Neden mi? Cevabını amatör olarak yarı maraton veya maraton koşan herkes bilir. Bir kez de ben söyleyeyim, spor kültürü.
Bir yarışa katılımın yüksek olması için havalı bir tişört verilmesi, yeterli ve zengin su istasyonu, güzel manzaralı bir rotada düzenlenmiş olması yeterli midir? Bence değil. Yarışın düzenlendiği şehrin adeta karnaval havasına bürünmesi gerekir.  Koşmasa da koşturtan insanların coşkusudur bir yarışı antrenmandan ayıran. Amatör koşucuların amacı kendi en iyisine ulaşmaksa burada yol arkadaşın yarıştığın insanlar değil, kulaklığındaki müzik de değil, şehrin ruhudur, sana hissettirdikleridir. Yarışma bittiğinde aklımızda en çok kalan anlar geçtiğin veya seni geçen insanların ensesi mi yoksa  sana tezahürat eden, ellerini sana uzatarak güç vermek isteyen insanlar mıdır?  Duyduğunda seni coşturan müzikler, seni güldüren eğlenceli pankartlar yarış atmosferine girmemizi sağlamıyor mu? İşte tüm bunlar Türkiye'de düzenlenen hangi yarışta var? Maalesef hiçbirinde yok.  Bu kültürün oluşmadığı bir şehirde yarışmak, teşbih de hata olmaz, benim sokağa salınmış sürü gibi hissetmeme sebep oluyor.  Toplum olarak inşaat kepçesine verdiğimiz ilgiyi yol koşularına göstermediğimiz ortada. Üstelik son 1 yılda devletin spor kültürüne destek için düzenlenen yarışlara, fetih koşusu, anma koşusu ibareleri  eklemesi de insanları yarış günü sokağa dökmenin ayrı bir yöntemi olsa gerek.  Düşünsel ve bedensel olarak sağlıklı yaşam ile alakası olmayan insanların sporculara destek olmak için değil, yarışın kendisine yüklenen anlama  göre biz koşucuları desteklemesi benim tercih ettiğim bir şey değil.  Ama bu göle maya çalma girişimi ya tutarsa neler yaşarız hiç düşündünüz mü?  Devamlı bir anlam arama, koşu gibi çok basit bireysel bir eyleme kolektif bir mana yükleme arayışı beni biraz da güldürüyor. Giydiğim renkler siyasi bir mesaj veriyor mu? Koşuyor muyum yoksa kaçıyor muyum?  Geçtiğim erkek koşucu sayısı affedilebilir ölçülerde mi? Yolun sağından mı yoksa solundan mu ilerlediğim önemli bir hal alması şimdilik kulağa komik geliyor olabilir.  Ama olmaz dediğimiz her şeyin olduğuna şahit olduğumuz günlerden geçiyoruz.  
Sanırım neden Türkiye'deki yol koşularına katılmaktan hoşlanmadığımı detaylı bir şekilde anlattım. Sıra geldi Belgrad yarı maratonu hakkında yazmaya. 

 Sırbistan beni şimdiye kadar gördüğüm ülkeler arasında en çok şaşırtanlardan biri oldu.  Ben daha az gelişmiş, daha yıkık dökük bir şehrin beni karşılamasını bekliyordum. Belgrad için küçük bir araştırma yaptığınız da ilk öğreneceğiniz şey yeme-içme ve konaklamanın diğer Avrupa şehirlerine göre çok daha ucuz olduğudur.

Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası denildiğinde ne demek istenildiğini biz yaşayarak öğrendik arkadaşlar. Karlı havada veya ayazda koştum. Normal de çok terleyen bir koşucu olduğumdan soğuk havalarda daha rahat ederim. Ama Belgrad da ancak alışkın olduğunuzda başa çıkabileceğiniz bir havaya denk geldik.  Soğuktan kafamızı dışarı çıkaramadık. Yarıştan birkaç gün önce gidince gezip tozmaktan yarış öncesi yorulacağım sanırken soğuktan kapalı mekanlarda oturup, yemek yiyip, içki içmekten küçük bir göbeğim bile oldu.
Özetle Belgrad'a eğer yarış için gidecekseniz yarışa bir gün kala orada olacak şekilde planlamanızı yapmanızı öneririm. Sonrasında zaten her şey serbest. Hava durumu el verdiğince gezersiniz, yiyebildiğiniz kadar yer, içersiniz.


Biz gene çok kalabalık bir kadro ile oradaydık. Kalabalık bir grup ile hareket etmenin avantajları olduğu gibi dezavantajları da vardır. Bazen yardımlaşmanın, aidiyet duygusunun ön planda olması bazen de kendi başınızın çaresine bakmanız  gerekir. Ben yarış günü gelip çattığında daha çok kendi yarışıma konsantre olmayı tercih ediyorum. Bir araya gelmeye çalışmak yerine start çizgisine erken gitmek bana daha doğru geliyor. Kimisi anı ölümsüzleştirmek isteği yaşayabilir, kimisi de içtiği suları 2 saat boyunca taşımak istemeyebilir. Herkesin tercihleri farklıdır bu çok normal.
Birçok yarışa beraber katıldığımız için birbirimizin huyunu suyunu iyice öğrendik, herkes tempo olarak kendine yakın hissettikleri ile hareket etmeyi tercih etti. Ben ilk başta Tarık Dede arkadaşımızı gözüme kestirmiştim. Ama start noktasına geldiğimizde yarışı 1 saat 45 dakika civarı bitirmek isteyenleri etrafını toplayan yarı maratonun resmi pacer ını gördüm. Daha önce hiçbir yarışta pacer ile koşmamıştım, hep nasıl bir tecrübe olacağını merak ediyordum. Şeytana uyup yamacına yaklaştım.  Son dakika değişiklikleri hiçbir zaman bana iyi gelmedi. Bu kararım da bir istisna olmadı.
My Sweet Pacer
Start anından itibaren ortalama 5:00 pace ile kilometreleri beraber koşmaya başladık. Eğlenceli miydi? Evet hem de çok. İlk kilometreler yokuş aşağıydı,  Pacer turkoo tukoo gibi birşeyler söyleyerek seyirciyi coşturuyordu. Ay yıldızlı tişörtümden nereli olduğumu anladı, kompliman yapıyor sandım. Ben de  Sirbia diye bağırıyordum. İlk  5 kilometrenin  sonunda turko diyerek etraftaki insanlara seslendiğini ve Sırpça alkış desteği için kullandıklarını bizde ki tempo gibi bir kelimeye karşılık geldiğini anladım. Yanlarında koşan, onlar alkış istedikçe Sirbia diye bağıran bir Türk kızı hakkında ne düşündüklerini hala merak ediyorum. Veya etmiyorum.
Salaklığıma doyamadığım bir başka şey ise,  yarış sonuna kadar iniş çıkış fark etmeksizin hep ortalama 5:00 pace ile koşacağımızı fark etmeme rağmen inişlerde gruptan ayrılıp hızlanmamak oldu.  Benim yarışın başladığı ilk kilometrelerdeki  yüksek tempomu daha önceki yarış raporlarımda yazmıştım. Ona göre bir tempoyla koşmayı hedeflemiştim.  Nasılsa yarışın sonlarına doğru 3 kilometrelik rampa çıkışa dayanamayıp serilecektim.  Yarışın başlangıcında ki inişte tempomu mümkün olduğunca yüksek tutmam gerekiyordu. Ama Pacer in ateşlediği seyirciler kendimi çok iyi hissettirdi alışkın olduğum tempoda koşmaktan beni alıkoydu. Ama şimdi geri dönüp baktığımda hala en çok hoşuma giden ve hatırımda kalanlar o anlar oluyor.
Son bir aylık antrenmanlarımda yarış esnasında ne tüketeceğime hangi kilometrede neye ihtiyacım olacağını az buçuk öğrenmiştim. Tempomda işler istediğim gibi gitmeyince tüm hesaplarım altüst oldu. Yarış boyunca su noktaları gayet yeterliydi. Suyun dışında izotonik içecek, muz, limon ve portakal bir noktada da enerji barı dağıtıldı.  İlk 10 kilometrenin sonunda hiçbir şey tüketmeye ihtiyaç duymadığım halde yanımdaki izotonik içecekten içmeye başladım. Yarışın ilk yarısı beklediğim kadar hızlı geçmemişti, yokuşların beni daha da yavaşlatacak olması canımı iyice sıktı. Belgrad'dan joker olsun diyerek aldığım ve bel bağladığım enerji jelini de içtim. Daha içerken midemi bulandıran jelin, yarışın son kilometrelerinde bana neler yapmış olabileceğini hayal gücünüze bırakıyorum. Bir kez  kusma ihtiyacı için durdum. Bir kez de başarısız bir tuvalet arayışım oldu. Yarışın başından beri beni tedirgin eden eğime geldiğimizde yarış zaten benim için çoktan bitmişti. Hedeflediğim süreyi tutturamamıştım. Kendi kendime yaptığım işkencenin acısı yavaş yavaş azalmaya başladığından ortamın güzelliğine tekrar kendimi kaptırdım. Yol kenarındaki orkestranın çaldığı müzik enfes,  kalabalık da inanılmazdı. İçimdeki Pollyanna'yı uyandırdılar. Şu an orada, belki hayatımda bir daha koşamayacağım bir yerde koşuyordum.  Bazıları yarışmacıdır bazıları da koşucu.  Ben sadece koşucuydum, adımlamak ve keşfetmek için oradaydım ve yarışımı tamamlamak üzereydim.  Yarış bitiş düzlüğüne geldiğimde beklediğimden uzun sürmesine mi yoksa bittiğine mi üzüldüğüme karar veremediğimden karışık duygular içerisindeydim.
1414 koşan kadın koşucu arasından 89. Yaş gruplarında ise 218 koşan kadın sporcu arasından 13. olmuştum.